Erzurum °C
	
Çocukluğumdan Bir Kış Günlüğü

“Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.”
Ben  5-10 yaşlarında iken, yani bundan 45-50 sene önce kış günlerinde,  köyümüzde çocukluk bir başka yaşanırdı. O günleri bu günlerle kıyaslamak  ya da o günleri bu günlerin çocuklarına anlatmak çok zor. Neresinden  başlasam bilmiyorum, ama ben yine de bir kış gününü anlatmaya sabahın er  saatinden başlamak istiyorum.
Hafta  içi, hafta sonu yani okul olsa da olmasa da hep aynı saatte kalkardık.  Tabii uyanma ve yataktan kalkma da bir merasimle olurdu adeta. Rahmetli  anam önce yumuşak ve kadife esi ile “Hadi, oğlum kalkın sabahluk vakti  geldi!” diye başlar biz yataktan çıkma işini geciktirdikçe bu ses  sertleşir hatta bazen üzerimizden yorganı almaya daha da ısrar ettiğimiz  zamanlarda bir iki köteğe kadar varırdı. Kalktığımda soba çoktan  tutuşturulmuş ve üzerindeki güğümlerin suyu fokur fokur kaynamaya  başlamış olurdu. Bazen de sobanın fırınından pişmekte olan patatesin  nefis kokuları gelirdi burnuma. Alelacele giyinirdim. Önce üzerime  babamın diktiği ve genellikle içerisine zor sığdığım bir gömleği giyinir  sonra da yine fitilli ya da kadifeden yine babamın diktiği pantolonu  çekerdim üzerine. Her ne hikmetse pantolonun paçaları hep topuklarımdan  bir karış yukarıda kalırdı. Üşümemek için ayağıma çektiğim çopur  çorabının kendinden ipini boyun kısmına dolasam da çorabın boyun kısmı  pantolonun altından hep görünür ve kat kat dururdu. Ben kapının arkasına  konan leğen güğümle yüzümü yıkarken malları kayırma işini bitiren babam  da içeri girerdi.
Ocak  başında sofra kurulur, bütün aile fertleri tek tek sofrada yerlerini  alırdı. Sofrada herkesin yeri belli idi. Sofranın ocağa yakın solunda  rahmetli dedem, sağında ise rahmetli ninem otururdu. Yaş sırasına göre  diğerleri onları takip ederdi. Herkes sofrada hazır olmadıkça dedem  yemeğe başlamazdı. O başlamayınca kimse de başlayamazdı. Ne güzel bir  töre…
Ben  kahvaltı yapmayı şehir hayatında öğrendim. Bizim çocukluğumuzda  sabahları bile tek ve geniş bir sahanda bir çeşit yemek gelirdi sofraya.  Bazen piştikten sonra üzerine tereyağı yakılan bulgur ya da kendime  pilavı, bazen sütlü bulgur aşı, bazen de umaç aşı/çorbası…
Yemek  yendikten sonra hafta içi ise okul saati gelmiş olurdu. Bavul dediğimiz  tahtadan yapılma okul çantamı alır okulun yolunu tutardım. Okul yolunda  bu çantalarla kızak kaydığımız bile olurdu. Tabii büyüklere  yakalanmamak şartıyla. Kışın, okulda teneffüslerde doğru dürüst oyun  oynadığımızı da hatırlamıyorum. Belki kartopu falan oynardık. Çünkü hava  soğuk ve bahçe de kar olduğundan oyun oynayamazdık. Bazen okulun  önündeki betonda ya da su birikintilerinin üzerindeki buzda topaç  çevirdiğimiz de olurdu. Benim harika topaçlarım vardı. Benim eli çok  maharetli olan rahmetli dedem, bana harika topaçlar, en zarifinden  kızaklar yapardı. Bu bakımdan ben akranlarıma göre çok şanslıydım. Öğlen  arasında bir koşu eve gelirdik. Eve gelirken ve okula giderken  arkadaşlarla birbirimizi kovalamacalar, kartopu oynamalar bu gidiş  gelişlerin yegâne eğlencesi idi.
Daha  kapının önüne gelmeden sobanın fırınına bırakılmış olan patateslerin  nefis kokusu hissedilirdi. Öğlende genel de, günler kısa olduğu için,  yemek olmazdı. Ya sabahtan kalan yemekle öğün geçiştirilirdi ya közleme  patates yenirdi. Odun sobasının üzerine konan maşanın üstünde ısıtılan  daha doğrusu kavrulan çıtır çıtır tandır ekmeği olduktan sonra başka bir  şeyi de gözüm pek aramazdı. Rahmetli ninem de ambarımızda eksik olmayan  kavurmadan bana kıyak yapmayı hiç ihmal etmezdi. Bir de sofrada, yine  sobanın üzerinde demlenmiş çay oldu mu tamamdır.
O  zamanlar köyümüzde tek bakkal vardı. Halit amca, birkaç ayda bir  Erzurum’a gider ve dükkâna mal getirirdi. Özellikle kış aylarında mal  geldiği zaman mutlaka portakal olurdu. Öğlen araları, arada bir portakal  almak için bakkala giderdik. Hiç unutmuyorum tanesi 10 kuruştu. Fazla  paramız olmazdı. Azami bir tane alır, soyup içini yedikten sonra  kabuklarını atmaya kıyamazdık. Cebimize doldurup arada bir çıkartıp  koklardık. Hatta evde yanan sobanın üzerine koyar kokusunun eve  yayılmasını sağlardık. Bazen de bakkaldan talih şekeri/püsküllü şeker  alırdık. O zamanlar o şekerlerin ambalaj kâğıtlarında harika maniler  olurdu. Şekeri alır içinden şansımıza nasıl bir mani çıkacağını çok  merak ederdik. Hatta arkadaşlarla kime daha güzel mani çıkacak diye  iddialaşırdık. İş o raddeye varırdı ki parayı, şeker için mi, mani için  mi verdiğimizi biz bile karıştırırdık.
Okul  çıkışında yine şartlar müsait olursa bavullarımızla kayardık. Hatta  bazen üzerine oturup kaydığımız bavulumuz açılır ya da dağılır; kitap,  defter ve kalemlerimiz yerlere saçılırdı. Yine bazen bavullarımızı koç  dövüştürür gibi dövüştürürdük. Bu çarpışmanın şiddetine dayanamayan  bavul kırılınca da içindekiler yerlere serilirdi ve biz bundan büyük  keyif alırdık.
Eve  varınca önlüğümü çıkartır ahıra babama yardım etmeye giderdim. Ahırda  bana düşen iş belli idi; malları tımar edip suya götürmek, malların  altını silip ahbunu dışarı atmak. Davarı de
reye suya götürmek, davar otunu yiyince onları köme/ahıra kapatmak ve akşamı ağılları silmek de yine benim yapmam gereken işlerdendi. O akşam ayazında ağıl silmek de başka bir eziyetti. Biraz siler sonra sakavele yapışan ellerimi can havli ile açıp ısıtmak için ya birbirlerine sürterdim ya da ellerimi birleştirip avuç içine sıcak nefes üflerdim.
reye suya götürmek, davar otunu yiyince onları köme/ahıra kapatmak ve akşamı ağılları silmek de yine benim yapmam gereken işlerdendi. O akşam ayazında ağıl silmek de başka bir eziyetti. Biraz siler sonra sakavele yapışan ellerimi can havli ile açıp ısıtmak için ya birbirlerine sürterdim ya da ellerimi birleştirip avuç içine sıcak nefes üflerdim.
Derken  akşam olur, gün kararır herkes evine çekilirdi. O akşam ayazı soğuğunu  yedikten sonra eve gelince gürül gürül yanan sobanın başında ısınmak  tarifi imkânsız bir hoşluktu. Büyükler camiden geldikten sonra sofra  başında toplanırdık. Bazen sofranın ortasına yayvan bir tencere konurdu.  Anam kapağını daha açmadan, bolca tereyağı ile odun ateşinde pişmiş  mıhlanın kokusu sarardı odayı. Adeta yeme de yanında yat cinsinden.  Bazen de pilâki dediğimiz toprak kaplarda puğaça pişirilirdi. Önce  pilâki ateşte kızdırılır, sonra içerisine puğaçanın hamuru doldurulur ve  pilâki ocakta sıcak küle gömülürdü. Pilâkinin üzerine kapak niyetine  bir teneke kapatıldıktan sonra tenekenin üzerine de bolca sıcak kül ve  ateş koru konulurdu. Puğaça iyice piştikten sonra peşkunun/sofranın  üzerine çıkartılır ve puğaçanın dış kabuk kısmı genişçe bir sahan gibi  kalacak şekilde içi boşaltılırdı. Sonra poğaçanın iç kısmı lokma lokma  doğranarak tekrar puğaçanın kap haline getirilmiş kabuğunun içerisine  tepe yapılırdı. Arkasından bolca bal, yoksa pekmez gezdirilirdi  lokmaların üzerinden. Daha sonra yine odun ateşinde kızdırılmış bolca  tereyağı lokma tepesinin üzerinden dökülürdü. Yağ o kadar çok olurdu ki  lokmaların çektiğinden artanlar puğaçanın tabanında adeta yağ gölü  oluştururdu. Makbul olanı da buydu puğaçanın. Sonra sofranın dört bir  yanından kaşık sallanırdı puğaçaya.
Yemekten  sonra babamlar yatsıya gider, anamsa sofrayı toplar ve bulaşıkları  yıkamaya koyulurdu. Ben de malum öğrenci olduğum için yemekten sonra yer  sofrasının/peşkunun başında ödev yapmaya başlardım. Eski köy odaları  bir hayli büyük olurdu. Üstüne üslük duvarlarda badanasız olunca oda bir  türlü aydınlık olmazdı. Ben de tutar yedi numara gaz lambasını peşkunun  bir köşesine koyardım. Gerçi yine de yeteri kadar aydınlık olmazdı, ama  ondan öteye yapılacak başka bir şey de yoktu. Sadece misafir olduğu ya  da özel durumlarda dedem lüks lambasını yakardı ki bir çocuklar bayram  ederdik adeta. Sonra yüzükoyun uzanır gaz lambasının ölü ışığında  ödevlerimi yapmaya çalışırdım.
Bazı  geceler anam beni de alır komşulara oturmaya giderdik. Onlar kadın  kadına dertleşirken ben de-varsa-o evin çocukları ile zaman geçirmeye  çalışırdım. Oyun oynardık diyemiyorum, çünkü ev ortamında büyüklerimiz  oyun oynamamıza pek müsaade etmedikleri gibi oynayacak bir oyuncağımız  bile olmazdı. Bazen evin döşeme tahtalarına kömürle, karşılıklı  kenarlarının ortasından dörde bölünmüş kare çizer ve cüz/düz oynardık.  Bazen de kendi kendimize çocukça bilmeceler satardık. Kimi zamanda  yapacak bir şey olmazsa sadece analarımızın anlattıklarını dinlemeye  çalışmakla yetinirdik. Bu “oturma”ların en güzel tarafı, mecliste  Hayriye Nine gibi biri varsa onun biz çocuklar için anlattığı  hikâyeleri/masalları ağzımız bir karış dinlemekti. Yapacağım bir şey  olmayınca ya da ortamdan sıkıldığım zaman ise ya anamın dizine başımı  koyar uyurdum ya da bir köşede sızar kalırdım. Anamın, “Haydi, kalk  oğlum, gidiyoruz, gece yarısı oldu!” demesinden vaktin bir hayli  geçtiğini anlardım.
***
Hafta  sonları okul olmadığı için biz çocuklar kendimize daha fazla zaman  ayırma imkânına sahiptik. Sabah yemeğini yiyip malların otunu  topladıktan ve ahbunu attıktan sonra mahalledeki arkadaşlarla  buluşurduk. Çok nadir de olsa bizler de delikanlılar gibi arfana yerdik.  Yalnız bizim paramız olmadığı için arfana için gerekli malzemeleri, bir  kaşık yağ bir tabak buğday ununu evlerimizden, toplanacağımız eve  götürürdük. Biz evin bir köşesinde kendi halimize oynarken evin hanımı  da getirdiğimiz malzemelerden bize ya lokum çalardı ya da puğaça içi  açardı. Eğer yumurta da getirmişsek kaşık tatlısını hak ederdik. Mutlaka  evlerimizde de puğaça, lokum ya da kaşık tatlısı yiyorduk, yalnız  arkadaşlarla bu arfana ortamında yediklerimizin tadı bir başka oluyordu.
Hafta  sonları, bazen ahırlarımızdan gizlice aldığımız horozları tenha bir  ahıra götürür dövüştürürdük. Horoz döğüşünden usanınca da sıcak bir ahır  bulur gizlinkuku/saklambaç oynardık. Bazen yine büyüklerimizden gizlice  dana güreştirirdik. Bazen de büyüklerimiz tosun güreştirirlerdi. Tosun  güreşleri bir hayli heyecanlı olurdu. Millet, Tahar’daki Köy bahçesinde  toplanırdı. Sonra boyunları omuzlarından bir karış yukarda duran,  tüyleri yalım yalım parlayan arpa kırması ile beslenmiş tosunlar böğürüp  eşinerek meydana girerlerdi. Önce kâh ayakları kâh boynuzları ile  karları eşeleyerek bir birlerine gözdağı verir, bu gövde gösterisinden  sonra da kafa kafaya kıyasıya güreşirlerdi. Yenen tosunun sahibi olmak  ne kadar gurur verici ise yenilip kaçan tosunun sahibi olmak da bir o  kadar kötü idi.
Benim  çocukluk yıllarımda köyümüzde iyi cins rahvan atlar beslenirdi.  Düğünlerde, bazen cuma günleri cuma namazından sonra bazen de sair  günlerde Tahar’da rahvan atlar binilirdi. Aleni olmasa da aslında bu at  binmelerde atlar gizlice yarıştırılırdı. Tahar, Aççigilin bacadan  ayakaltına geldiği için bu yarışlar genelde Aççigilin bacadan  seyredilirdi. Tahar’da bir-iki baş gidip gelen atlar terleyince  tepelerinden buhar çıkardı. Ayrıca kuyrukları topuz şeklinde bağlanmış  besili atların yoruldukça homurtuları artar, artan homurtu sesleri ta…  uzaklardan duyulurdu. Atların koşuşunu dikkatle takip eden büyükler,  atlarla ilgili yorumlarını takdir anlamı taşıyan “maşallah, sübhanallah”  sözleri ile başlatırlardı.
***
Kış  mevsiminde, hafta sonlarının bizler için en vazgeçilmez eğlencesi kızak  kayma idi. Hayvanlar ve insanlar kayıp düştükleri için sokaklarda kızak  binmemize büyüklerimiz pek müsaade etmezlerdi. Biz de sokak aralarında  ancak geceleri kaçak olarak kayabilirdik. Gündüzleri genelde köy dışını  ya da kenar sokakları tercih ederdik. Mesela Tahar ve Kürönü kızak  kaymaya çok müsaitti. Köy dışındaki bahçelerden de uygun olanları kayak  pistine çevirir saatlerce kayardık. Bazen bu pistlerde onlarca çocuk bir  arada kayardı. Kalabalık artıkça üşüdüğümüzü, saatlerin geçtiğini ve  akşam olduğunu neden sonra fark ederdik. Ben, eve gitmem gerektiğini  fark ettiğimde ellerim ve dudaklarım morarmış olurdu. Üstüne üstlük,  öğlen sıcağında ıslanan paçalarım havanın soğuması ile soba borusuna  dönerdi. Artık bu saatten sonra günün neşesi kaçmış, içimi eve gitme  korkusu sarmış olurdu. Korkunun bir sebebi, üşümüş olmaktan dolayı  işiteceğim azar ise bir diğer sebebi de üstümün ıslanmış olması ve  gözden kaybolmadan dolayı gün içindeki görevlerimi unutmuş olmam olurdu.  Korkunun ecele faydası olmazmış. Korka korka evin yolunu tutardım.  Kızağın ipini koluma takıp arkam sıra sürürken moraran ellerimi cebime  sokarak ısıtmaya çalışırdım. Korku ile üşüme bir araya gelince akan  burnumu silmeye bile mecalim olmazdı. Yol boyunca beni bekleyen tavrı  merak eder, nelerle karşılaşabileceğimi tahmin etmeye çalışırdım. Hatta  azar işitmeden, dayak yemeden eve girmenin hesaplarını yapmaya  başlardım. Eve yaklaşınca köşe bucaktan evi gözetler, ninemin kapıya  çıkmasını bekledim. Bu bekleyiş bazen dakikalarca sürerdi. Bekleme  uzadıkça benim titreme katsayım da o kadar artardı. Rahmetli ninem benim  koruyucu meleğim ya da kalkanımdı. Onu kapıda görünce dünyalar benim  olurdu. Hemen yanına koşup onun duldasına girdim mi dokunulmazlık  zırhına bürünmüş hissederdim kendimi. Her ne kadar da anamdan tehditler  ve laf sokuşturmalar gelse de dayak yemeden kurtulduğum için halime  şükrederdim.
Ninem,  bir yandan anamı sakinleştirmeye bir yandan da beni sobanın başına alıp  ısıtmaya çalışırken diğer taraftan da üzerimdeki ıslak çamaşırları  çıkartıp kurularını giyinmeme yardımcı olurdu. Azar ve dayak yemeden  kurtulup biraz da ısınınca anamdan yeni doğmuş gibi olurdum.
***
Bugün  dönüp arkama dünlere, çocukluk yılarıma baktığım ve bizim dönemin  çocuklukları ile günümüzün çocukluklarını kıyasladığımda arada dağlar  kadar fark olduğunu görüyorum. Biz çocukken bugünün çocukları gibi ne  son model cep telefonumuz, ne dizüstü bilgisayarımız, ne marka  elbiselerimiz ne de cebimizde yeteri kadar harçlığımız vardı. Ama biz,  günümüz çocuklarından daha mutluyduk. Bizler bir topaçla, bir tek  portakalla, derme çatma bir kızakla bile mutlu olmasını bilirken günümüz  çocukları maddi anlamda hayli ihtiraslılar. Fevkalade maddi imkâna  sahip oldukları halde doyumsuzlukları had safhada. Bizler mutluyduk,  çünkü galiba azla yetinmeyi biliyorduk ve küçük şeyler bizi mutlu  edebiliyordu. Doğrusu ne bulduğumuza seviniyorduk ne de kaybettiğimize  üzülüyorduk.
Keşki imkanımız ve gücümüz yetse de o günlere dönebilsek!.. Ah, ah!.. Nerede o günler!..
